Türkçe Transkript – Abla cevapları

1. İşinizin en iyi yanı nedir

2. İşinizin en zor yanı nedir?

3. Dünyanın geri kalanının mülteciler hakkında ne bilmesini istiyorsunuz veya insanların anlamasını istediğiniz şey nedir?

  1. Türkiye’nin doğusunda nüfusu ağırlıkla pek değişmeyen yıllar geçtikçe azalan küçük bir köyde dünyaya geldim. Bölgedeki yoğun politik gerilimler, eğitim olanaklarının yetersizliği, ekonomik imkanların doyurucu olmaması gibi pek çok nedene bağlı olarak tüm aileyle birlikte ülkenin en batıdaki kentine, İzmir’e göç ettik. Baktığınızda ben de Kürt kökenli bir göçmenim. Aslına bakarsanız ilk dik yürüyen insanın ayak izlerini takip ederek hepimiz sonu gelmeyecek bir yolculuğun yolcuları, göçmenleri sayılabiliriz… Afrika çukurundan çıkarak şair Nazım Hikmet’in deyişiyle “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/Bu cehennem bu cennet” Anadolu’ya misafir gelen bu insanlarla oldukça derin bağlar kurabilmemi sağlayan belki de benim kendi ülkemde kendimi hep bir göçmen gibi hissetmemdir. 2010’ların ortalarından bugüne yaklaşık 10 yıldır hep göçmenlerle ilgili işlerde faaliyet yürüttüm. Şimdi İMECE’de de yoğunlukla Afrika kökenli göçmenlerle ilgileniyoruz.

Doğduğum köyden ülkenin Batı’sına göçü saymazsak hiç ülke dışına çıkmamış biri olarak pek çok ülke insanının gelenek, göreneklerini öğrendim. Onlarla ortak, bir bakıma “yeryüzü sofrası” diyebileceğimiz, sofralara oturdum, yemeklerini tattım. Sofranın ortak dili “içten bakış, hoşgörü ve gülümseme”ydi. Kimsenin ırkı, dini görünmüyordu. Senin de dahil olduğun gibi, oturduğumuz sofrada, Kürt, Türk, Arap, İtalyan, Tayvan, Fransız, İskoç dünyanın pek çok yerinden kahkaha ortaklığı yapanların en önemli ortak paydaları “Farkında İnsan” olmalarıdır… Yine şair Nazım Hikmet bir şiirinin dizelerinde bunu bize şöyle söylemişti:

“Kardeşlerim

Bakmayın sarı saçlı olduğuma

Ben Afrikalıyım, ben Asyalıyım.”

Bu çalışma ve çabanın benim için en muhteşem yanı işte bu. Maddi ve manevi olarak tüm göçmenler gibiyim. Ama dünyanın pek çok yerinden insan biriktirdim. İşte dünyanın en güzel gülen kadınlarından biri olarak da Beyrut’tan sen geldin. Çaktırmıyorum ama “insan zenginiyim ben!”

  • İyileştirilmesi mümkün olmayan ve sürekli kanayan yaraları var insanların. Buna her gün, dışarıdan da değil üstelik tam ortasında yer alarak, tanıklık etmek, kısıtlı imkanlarla buna çare olabilmek için çırpınmak, evet, çok yorucu bir şey. Evde çocuğunu doyururken, gülmek isteyip de gülemezken, iyi bir şeye sevinemezken hep “eksik, kırık, hüzün veren” bir şeyler var. Hayat arkadaşınla geçirdiğin zamanda öyle, dostlarınla, akrabalarınla geçirdiğin zamanlarda… Çok çaresiz acılara, insanların ve özellikle çocukların bu kadar erken yaşlarında kendilerini aşılmaz sorunların ortasında bulmalarının kahredici çaresizlik anları doğurduğunu her gün görüyorsun. Kolluk ve diğer yerel bürokrasi güçlerinin keyfiyete dayalı tutumlarını görüyor, duyuyor ve çare olmaya çalışıyorsun. Bizde bir halk sözü vardır, “göz görüyor ama kol kısa” derler. Ve yaşanan sorun yumağından bir ipin ucunu tutmuşuz ama sorunlar arkamızda ağırlaşıp birikmeye devam ederken biz tuttuğumuz ipin ucuyla o sorunların peşinden sürükleniyor gibi hissediyoruz çoğu zaman.

Artık senin bir yurdun yok. Tanıdığın sokaklar, dostların, gün aşırı selamlaşıp halını hatırını sorduğun insanlar, aşık olup da bir türlü söyleyemediğin o kız ya da erkek de yok artık. Sokaktan geçerken başını okşaman için sana kuyruğunu sallayan ya da ne bileyim hep sen geçerken havladığı için yolunu değiştirdiğin köpek de yok. Sen vatansız, “yersiz ve yurtsuz” birisin. Adın var ama aslında bir pasaport ya da kimlik numarasından ibaretsin. İnsana benziyorsun ama insan yerine koymuyorlar seni: Mülteci, sığınmacı, göçmen ya da yerel ırkçıların hedefine koyduğu ülkeden kovulması gereken bir “yüksün” sen…Öyle ki zaman zaman merkezi hükümetlerin ya da kimi yerel güç odaklarının kendi halklarının yoksulluğunu ve yoksunluğunu kendisine yöneltmesinin önüne geçmek için “nefret objesi” de olabilirsin her an!

Yani bir yanıyla böyle bir çabanın içinde çabalayıp yaralı insanların yaralarına çare olmaya çalışırken bir yandan da ülkendeki bu tüm renkleri silip “yalnızca siyah renk olacak” diyenlerle mücadele etmek zorundasın.

Bu biraz yorucu gibi mi görünüyor? Olabilir, ama insanı gönendiren de bir şey aynı zamanda. Meşhur bir hikayedir. İbrahim ve zalim kral Nemrud hikayesi. Nemrud, İbrahim’i ateşe atarak yakmaya çalışır. Odunların ortasına İbrahim’i oturturlar ve ateşe verirler. Gecenin karanlığına ateşin alevleri eşlik ederken bir karıncanın bir yaprakla su taşıdığını görürler. Görenler gülüp alay ederler. “Seni aptal,” derler, “o su bu ateşi söndürür mü? Ha, ha, ha….”

Olsun, der ateşin alevleriyle sakalları kızıllaşan karınca, “ben de biliyorum elbette bu suyun o ateşi söndürmeyeceğini, ama safımı belli ediyorum” der. İşte kadim soru da budur: Kimden yanasın? İbrahim’den mi (ona kendi dilinde “halkların babası” da derler), yoksa onu zulümle ateşe atan Nemrud’un mu?

Bizde burada saf tutuyoruz bir bakıma…

  • Milattan önce Anadolu topraklarında yaşamış bir filozofa “Dünya” demişlerdi “Nedir?”, “Hepimizin ortak evi” demişti o da. Ama öyle olmadı. Tanrılarını bütün öteki tanrılardan daha üstün tutan bir kör anlayışın hakim olduğu çağlarda bir yandan tanrı savaşları yaşandı öte yandan köleleştirilen milyonlar tanrı ve onun yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia edenlere tapınaklar inşa ettiler… Uzun ortaçağlarda şifacı kadınlar kazığa bağlanıp ateşe verildi. Yüzlerce yıldır kendi anakaralarında özgürce yaşayanları görüp okyanusu aştı diye “kaşif” olarak anılan halbuki kendi topraklarında yaşayanlara sorulsa “katil” olarak tarihe geçecek Kristof Kolomb, ellerinde doymak için avda kullandıkları küçük mızraklardan başka bir şeyi olmayan bu yerlileri gördüğünde kraliçeye yazdığı mektupta, “elli silahlı adamla tüm kıtayı zaptederim” dedi. Yanında İncil olan bir rahipte vardı. Afrikalıların bir sözü var: “Geldiler. Ellerinde İncil vardı. Biz bu geniş topraklarda bazen kavga etsek de yaşayıp gidiyorduk. Sonra gözlerimizi kapatıp güzel, tatlı sözlerle dualar ettik. İncil elimizdeydi artık, ama geniş topraklar hem onların olmuş hem de biz kendi topraklarımızda köle olmuştuk.”

Güneş Batmayan İmparatorlukların sahipleri bütün zenginlikleri kendi ülkelerine taşıdılar. Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın bütün zenginlikleri yüzyıllarca bugünün “uygar” kapitalist merkezlerine taşındı.

Bugün tüm dünyada Güney’den Kuzey’e doğru yaşanan ve dramatik sonuçlar doğuran, daha da doğuracak olan bu göç süreci aslında “tarihin bir özeleştirisi”dir.

Nasıl ki 1. ve 2. Dünya savaşlarında mağrur galipler mağdur mağlupları bir de tazminata mahkum ettilerse, yaşadığımız bu çağ ve dönemde de dünün sömürgecilerini bugünün göçmenleri tarihi bir tazminata mahkum ediyorlar! Dünün sömürgecileri ve bugünün kapitalist derebeyleri bu tazminatı bir şekilde ödemek zorunda kalacaklardır…

Şimdi Anadolu’yu göçmen deposu yapmak için yerel işbirlikçi hükümetleri kullanabilirler. Ancak bu da bir yere kadar sürebilir. BM, AB gibi birliklerin verdiği rüşvet, sadaka ya da diğer palyatif yaraya pansuman çalışmalar “yarayı iyileştirmez”. Tazminat davası er ya da geç sarayların ışıkları sönene kadar sürer.

Dünyadaki gelir dağılımına bakarsanız bu dediklerim anlam kazanacaktır.

Eğer dünyanın gecekondularında adalet olmazsa saraylar her daim yanmaya mahkum yerler olacaktır.

I’m Chrissie

In 2022 I quit my job in a small INGO, and moved from London to Beirut, because of my partners job (and a desire for adventure). Read more...

Let’s connect